23 Ekim 2017 Pazartesi

Yargı Bağımsızlığı Gerilerken Yatırımcı Nasıl Güvende Olabiliyor?

Dünya Ekonomi Forumu (WEF), 2017-2018 dönemi Küresel Rekabetçilik Endeksi geçtiğimiz hafta yayımladı. Türkiye ile ilgili çarpıcı veriler var. Bu yazıda daha önce de farklı vesilelerle üzerinde duruğum bir konuya değineceğim. Yazının özü şu: Endeks’teki bazı veriler, liberallerin ve ana muhalefet partisinin pek sevdiği, “hukuk yatırımların güvencesidir” söylemini sarsıcı nitelikte. Nasıl mı? Gelin bakalım.

Yargı Bağımsızlığı ve Yatırımcı Güvenliği

WEF rekabetçilik endeksinde Türkiye, 137 ülke arasında yargı bağımsızlığında 103. ama yatırımcıların korunmasında[1] 21. sırada. Nasıl oluyor da yargı bağımsızlığı hızla gerilerken yatırımcı güvende olabiliyor? Sıklıkla tekrarlandığı gibi hukuk, yatırımların tek güvencesi değil mi? Bu köşeyi takip edenler, bu tip soruları bir süredir konu ettiğimi hemen fark edecekler. 

Yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı bir durumda yatırımcılar kendilerini hala güvende hissedebiliyorsa, karşımızda hukuki güvenceden başka mekanizmaların devrede olduğu bir yapı var demektir. Bunu görmeyen bir muhalefet, “hukuk yoksa yatırımcı gelmez” söylemini sürdürdükçe yanlışlanmaya mahkum. Peki, yatırımcının güvenliğini sağlayan hukuk dışındaki mekanizma ne olabilir?

Hukuki Değil Siyasi Güvence

Almanya ile Türkiye arasındaki gerilimin ekonomi alanına yansımalarını incelerken bu konuya değinmiştim, o nedenle burada sadece özetlemekle yetiniyorum. Meselenin özü şu: Yatırımcı için önemli olan yatırımlarının kamulaştırılmayacağı ve kar transferinin engellenmeyeceği garantilerinin olmasıdır. Bunun bilinen en ideal yolu, bağımsız yargı yoluyla hukuk devleti ilkesinin işlemesi ve herhangi bir ihtilafla karşılaşıldığında sorunların bağımsız yargı önünde çözülmesidir. 

Ancak bu, bağımsız yargı ve hukuk devleti ilkesinin geçerli olmadığı yerlerde yatırım yapılmayacağı anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, kapitalizmin coğrafi alanı çok kısıtlı olurdu. O zaman, yatırımcı güvenliğini sağlamada hukuk yeterince işlevsel değilse başka mekanizmalar devreye sokulmalıdır (ikinci en iyi!). 

Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız şey tam da budur. Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti olma vasfı hızla gerilerken, yatırımcıların kendilerini güvende hissetmelerinin nedeni, yatırımcılara verilen siyasi garantilerdir. Bunun örnekleri, Olağanüstü Hal’in hangi alanlarda kullanıldığından (grev yasakları gibi), bizzat en yetkili ağızlardan yatırımcılara verilen güvencelere kadar görülebilir.



Hukuk Zaten Devre Dışı!

Demek ki, bir ülkede yargı bağımsızlığı yoksa ve buna rağmen yatırımcı kendini güvende hissediyorsa burada hukuk dışındaki garanti mekanizmaları yürürlüktedir. WEF raporundaki bir başka veri bu yargıyı destekler nitelikte. Buna göre “ihtilafların çözümünde hukuki çerçevenin verimliliği” sıralamasında Türkiye yine 137 devlet arasında 103. sırada. 

Bunun anlamı şu: Türkiye’de taraflar arasında ihtilaf ortaya çıktığında, bunu yargı kanalı ile çözümlemeye çalışmak, çok da sonuç alıcı bir yol değil. Yani, “hukuk yatırımların güvencesidir” argümanının altı zaten boş, çünkü yargı yolu, zaten ihtilafların çözümünde kullanılan etkin bir yol değil. 

Otoriter Yönetimlerin Sınırı

Yargı bağımsızlığı ortadan kalksa dahi yatırımcı güvenliği sağlanabiliyorsa, otoriter yönetimlerin önünde herhangi bir engel kalmamıştır diyebilir miyiz? Bu soruyu gündeme getirmemin nedeni, yukarıda ifade ettiğim argümanın örtük olarak şu yargıyı barındırması: Muhalefet etkin olsa da olmasa da, hukuk erozyona uğradığı durumda yatırımcı güveni azalacak ve bu durum ekonomik zorlukların yaşanmasına neden olarak, otoriter yönetimleri gittikleri yoldan dönmeye zorlayacak. 

Yani, “hukuk yatırımların güvencesidir” argümanının ardında, ülkenin otoriterizme kayması karşısında, o ülkedeki muhalefetin çaba göstermesini dahi gerektirmeyecek bir otomatik koruma mekanizması olduğu algısı hakim. Bu hatalı varsayımın gerisinde de, “büyük yanılgı” olarak adlandırdığım, demokratik gelişmenin piyasa ekonomisinin gelişmesi ile el ele gittiği yönündeki inanış var.

İktisadi Sınır

Otoriter yönetimlerin sınırı ile ilgili sorunun iktisadi ve siyasi yanıtları var. İktisadi yanıtına, daha önceki bir yazımda değinmiştim, o nedenle kısaca şunu hatırlatayım: Otoriter yönetimlerin en önemli sınırı sermaye birikim sürecinin devamının sağlanmasıdır. Yani ekonomik büyümeyi sürdürmek, her yönetim gibi otoriter yönetimlerin de politikalarını çerçeveleyen en önemli yapısal kısıttır. Ekonomik büyüme, büyük ölçüde özel sektör yatırımları aracılığıyla sağlanıyorsa, özel sektör de kar etmedikçe yatırım yapmıyorsa, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 

Otoriter yönetimler, özel sektörün karlılığını sağlayacak ekonomi politikalarını uygulamak zorundadır. İktidarlar bunu sağladıkça, rejimin niteliğinin demokrasi ya da otoriter olması, tayin edici değildir. Yani iktidarlar özel sektör karlılığı teşvik edici politikalar uyguladığı sürece, ekonomi rejimin siyasi niteliği önünde bir engel yaratacak bir başlık olmaktan çıkacaktır. Bu konuyla ilgili son olarak şunu da ekleyeyim: yaygın kanının aksine, neoliberal ekonomik program, demokratikleşmeyi değil, otoriterizmi güçlendirir. 

Siyasi Sınır

Sorunun siyasi yanıtı daha basit. Kemal Can, Gazete Duvar’daki son yazısında bu basit yanıtı yeniden hatırlattı: Otoriter yönetimlerin sınırını muhalefet çizer. Kısacası, otoriterleşme gidişinin önünde sistemi kendiliğinden koruyacak bir otomatik mekanizma yok. Muhalefet OHAL karşıtlığını “hukuk olmazsa yatırımcı gelmez” söylemi üzerine kurdukça, bu söylem hukukun halk için değil “yatırımcılar” için gerekli olduğu algısını yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Daha önce belirtmiştim, tekrarlayayım: Hak, hukuk sermaye yatırım yapsın, kar etsin diye değil, insanca bir arada yaşayabilmemiz için talep edilmeli. Unutmayalım, diğer sosyal haklar gibi hukuk da biz kazanmadıkça kimse tarafından bize verilmeyecek! 


[1] “Yatırımcı haklarının korunmasına ilişkin süreçlerin güçlü olup olmadığı” (strength of investor protection) başlığını kısaca yatırımcının korunması olarak adlandırdım.